Quantcast
Channel: Sinema bir mucizedir...
Viewing all 348 articles
Browse latest View live

DOCUMENTARIST desteğinizi bekliyor!

$
0
0
Şahsen benim istanbul'da gerçekleşen film festivallerinden favorim Documentarist Belgesel günleri bu yıl 13-18 Haziran tarihlerinde gerçekleşecek. RTÜK tarafından kanallara ceza amacıyla belgesel yayınlatıldığı bir ülkede 'evde belgesel izliyorum,caz dinliyorum' diyerek sınıf parodisi mizahına kurban giden belgesel sinema kültürünün gelişmesi adına oldukça önemsiyorum bu tür organizasyonları. Desteğe neden ihtiyaç duyduklarını kendi ağızlarından dinleyelim;

Her yıl dünyanın saygın festivallerinden derlediği en yeni, yaratıcı ve ödüllü belgeselleri ve Türkiye’nin bu alandaki yeni ürünlerini bir araya getiren DOCUMENTARIST İstanbul Belgesel Günleri, 13-18 Haziran’da 8. yılını kutlamaya hazırlanıyor. Bugüne kadar bağımsızlığını korumayı başaran festivalimiz, bunu sürdürebilmek ve bu yılki programını hakkıyla gerçekleştirebilmek için bu sefer siz takipçilerinin desteğine ihtiyaç duyuyor.
Mütevazı bir etkinlik olarak yola çıktığı 2008 yılından bu yana giderek büyüyen, zamanla sinema seyircisinin, yurt içi ve yurt dışındaki belgeselcilerin büyük ilgisiyle karşılaşan DOCUMENTARIST, yıldan yıla profesyonelleşen ekibi ve sayısı giderek genişleyen gönüllüleriyle her yıl çıtayı biraz daha yükselterek Türkiye’deki yeni kuşak belgesel yönetmenlerinin de buluştuğu, filmlerini sergilediği bir platform haline geldi. Daha çok seyirciye ulaşması hedefiyle yerli filmleri ücretsiz gösterme karar aldı.
Düzenlediği uluslararası atölyelerde, belgeselcilerin yeni projelerini eğitmenler eşliğinde geliştirmelerine önayak oldu. Film gösterimlerinin yanı sıra belgesel geliştirme atölyeleri, sinema dersleri (master class), forum, panel, söyleşi gibi yan etkinlikleri ile son 7 yılda belgesel alanında zengin bir birikim oluşturdu.
Başından beri yarışmasız olarak düzenlenen DOCUMENTARIST, son 5 yıldır bağımsız belgeselcileri teşvik amacıyla programındaki yerli yönetmenlere Johan van der Keuken Yeni Yetenek Ödülü adı altında bir özendirme ödülü veriyor. Yakın zamanda buna, uluslararası eleştirmenlerden oluşan jürinin yabancı film seçkisi içinden bir filme verdiği FIPRESCI Ödülü de eklendi.
DOCUMENTARIST, festival haftasıyla sınırlı bir etkinlik olmakla kalmıyor: Ayrıca altı yıldır Hangi İnsan Hakları? Film Festivali, SaturDox Belgesel Buluşmaları gibi paralel etkinlikler, yıl içine yayılan Belgesel Geliştirme Atölyeleri, Çocuk Atölyeleri, Belgesel Forumu, yurt dışı ve yurt içi özel gösterimler düzenliyor.
Yaşasın belgeseller! Yaşasın bağımsız festivaller!
Resmi kurumlardan herhangi bir destek almadan bugüne gelen DOCUMENTARIST, 8. yılında yine “dünyanın belgeselini” ayağınıza getirmeye hazırlanırken, temel giderlerini karşılamak için dostlarının desteğine ihtiyaç duyuyor.
Festivali düzenlemek için gereken bütçenin ancak üçte biri her zamanki destekçilerinden sağlanmış durumda ve bu meblağ, programdaki filmlerin kopyalarının tedariki, katalog basımı, telif ücretleri ve jüri üyeleri ile konuk yönetmenlerin bir kısmının ağırlamasına yetiyor.
Filmlerin Türkçe altyazılarının hazırlanması, davet etmek istediğimiz diğer konuk yönetmenlerin uçak ve konaklama giderlerinin karşılanması, poster, bez afiş, gösterim çizelgesi gibi tanıtım malzemelerinin basımı, gösterim donanımlarının kiralanması vb. için gerekli ek bütçeyi DOCUMENTARIST bireysel destekçilerinden sağlamayı umuyor.
Kısaca DOCUMENTARIST, bugüne kadar etkinliklerini severek izleyen, gösterim, söyleşi, atölye ve benzeri buluşmalara katılarak bize manevi destek veren sıkı takipçileri başta olmak üzere, tüm belgeselseverlerin katkılarını bekliyor.
Sesimizi duyurmaya yardımcı olabilirsiniz!
Belgeseller hem dünyanın nabzını tutmak hem de sesimizi geniş kitlelere duyurmak için en etkili araçlardan biri. Bağımsız kalabilmek ve filmleri özgürce gösterebilmek için festivallerin büyük sponsorlardan azade olması gerektiğini de son gelişmeler bir kez daha gösterdi.
Siz de Documentarist’in sesini duyurmak ve bağımsız kalmasına katkıda bulunmak isterseniz, bu sayfanın linkini arkadaşlarınızla ve ilişkide olduğunuz kurumlarla paylaşabilir, destek kampanyamızı sosyal medya mecranızda duyurabilirsiniz. 

En iyi kılıçlı dövüş sahneleri

Paralel evrende sinema

Filmlerin minimal özetleri

Dünyanın en güzel sinema salonları

$
0
0

     #1 Urania National Film Theatre, Budapest, Hungary
                    #2 Toronto’s Stunning Winter Garden Theatre

#3 Puskin Art Cinema, Budapest, Hungary

#4 Kurshumli An In Skopje, Macedonia – Creative Documentary Film Festival Makedox

#5 Sci-fi Dine-in Theater, Disney’s Hollywood Studios

#6 Olympia Music Hall, France

#7 Electric Cinema, Notting Hill 

#8 Movie Theater In Paris 

#9 Fox Theater, Detroit Mi 

#10 Arena, Pula, Croatia

#11 Hot Tube Cinema, London

#12 Orinda Theater, California

#13 Cineteca De El Matadero, Madrid. Spain 

#14 The Bijou Theater, Bridgeport 

#15 Newport Ultra Cinema, Newport City 

Sessizliğin Bakışı

$
0
0

Joshua Oppenheimer'ın 2012 yılında çektiği büyük ses getiren The act of killing (Öldürme Eylemi)'nin devamı olarak çektiği The Look of silence(Sessizliğin bakışı)'da kameraler yine Endonezya'nın karanlık tarihine çevriliyor. İlk filmde de anlatılan 60'lı yılların ortasında yaşanan darbe ve komünist avının mağduru aileyi odak noktasına alarak yaşanan acıları yine tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor .Bazı bölümlerde bu gerçeklik öyle mide bulandırıcı bir hal alıyorki filmin son karesinde birinin çıkıp tüm anlatılanların kurgu olduğunu söylemesini istiyor insan. Lakin o tarihlerde yaşananlar o kadar insanlık dışı ki izlerken bunu yapan insan olamaz dedirtiyor.Hele katillerin kendilerince delirmemek için uydurdukları insan kanı içme ritüelini anlayabilmek mümkün değil.
Aslında anlatılanlar hiç de bize uzak bir konu değil maalesef. Eminim dünya üzerindeki tüm devletlerin tarihinde de mevcuttur bu anlatılanlar. Zira Endonezya'da yaşananlar oranın kültürüne has bir durum değildi. Hemen hemen aynı tarihlerde ülkemiz dahil bir çok ülkede Amerika'nın destekleği devlet destekli şiddet sonucunda sosyalizm ve komünizm düşman ilan edildi ve daha iyi bir yaşam için devrim aşkıyla yanıp tutuşan milyonlar bir hiç uğruna katledildi ve sindirildi. Özellikle islam ülkelerinde, kömünizme inananlarla inamayanlar arasındaki en büyük ayrımın din öğesi olması üzerinden hareketle büyük bir din propagandası yapılmış ve komünizm yanlıları ateizmle suçlanmıştır. Burada şunu belirtmek gerek bir insanın ateist olmasıyla ateist olarak suçlanması ayrı şeydir. Sosyalist kuramın temeli diyalektik materyalizm olduğu için din ve tanrı olgularını tanımaması doğaldır ama komünistleri ateist olarak yaftalamak tipik emperyalizm oyunudur ve insanları birbirine kırdırmak için çokca kullanılmıştır. Mesela bu topraklarda da çokca duyduğumuz komünistler birbirlerinin eşleriyle yatarlar yalanı filmde de karşımıza çıkıyor ve o devrin katilleri hala kendilerini aklamak için "namaz kılmazlardı,birbirlerinin eşleriyle yatarlardı" yalanlarını  kullamaktan çekinmiyorlar. Oysa ne güzel demiş Nazım usta "yarin yanağından gayrı herşeyde her yerde hep beraber diyebilmek için" ama anlat anlatabilirsen katillere.

Filmde sırayla söyleşi yapılan devrin katilleri aslında devletle birebir ilişki içinde olmamışlar ama ordu, komando birlikleri denilen bir nevi anti devrim kıtalarını iş başı yaptırmış ve ölüm mangaları olarak katliamları yapmalarına sessiz kalmış,yer yerde desteklemiştir. Bütün dünyada aynı senaryo. Filmde anlatılan insanın midesini kaldıran işkenceler,öldürme yöntemleri birebir Diyarbakır cezaevinde,Ziverbey köşkünde yaşandığı yazılır tarihimizde.

Abisi Ramli'nin katilleri ile yüzleşmek ve bir nevi günah çıkarmalarını isteyen Adi, katillerle yüzyüzeyken bile soğukkanlılığını koruyor ve erdemini yitirmiyor. Kapı kapı dolaşıp göz muayenesi yapması aslında çok güzel bir metafor. Çünkü insanın gerçekleri görmesi için akıl ve kalp gözünün açık olması şart. Ama maalesef konuştuğu hiçbir kişi gerçekleri kabul etme erdemini göstermiyor ve hala yıllar geçmiş olmasına rağmen o devirde kendilerine sunulan yalanlara sarılmaya devam ediyorlar.Tabi katliamların sorumlusu zihniyetin hala iktidarda olması katillerin vicdan muhasebesi yapmasını sağlamıyor aksine bu belgesele hayat veren çoğu kişinin kimliklerini ve adreslerini gizlemesine itiyor. Film bittikten sonra neredeyse bütün film ekibi jenerikte "anonymous(anonim)" olarak geçiyor. Bu durum insanı daha da yaralıyor. Demekki insan zaman içinde ders almıyor ve medeniyet ileriye gitmesi gerekirken yerinde sayıyor kimi zamanlar geriye bile gidiyor. Oldukça insanı yaralayan bir durum maalesef.


Belgesel şenliği başlıyor!

$
0
0

Yaratıcı belgesellerin festivali  DOCUMENTARIST 8. İstanbul Belgesel Günleri, 13 Haziran’da başlıyor. Stefan Jarl toplu gösterisi, Müzik ve Dans filmleri, Nikolaus Geyrhalter belgeselleri, 100 Yıllık Sessizlik ve geniş bir Türkiye Panorama, festival programının öne çıkan bölümleri arasında.

Yılın en önemli belgesellerini Türkiye’deki sinemaseverlerin ayağına getiren DOCUMENTARIST 8. İstanbul Belgesel Günleri, 13 Haziran’da başlıyor. Bu seneki programda, dünyanın gündemini işgal eden yakıcı sorunların yanısıra eğlenceli konulara dair belgesellere de geniş alan ayrılıyor.
Programda Müzik ve Dans Belgeselleri başlığı altında, dünyanın her köşesinden müzikle sinemanın buluştuğu hikâyeler toplanıyor. Bu bölümde Arjantin’den kamera karşısında umarsızca dans eden sıradan insanların belgeseli “Aramızdaki Yıldızlar”dan (Living Stars) Concertgebouw Orkestrası’nun dünya turunu konu alan “50 Konserde Devr-i Alem”e (Around the World in 50 Concerts) kadar on adet önemli film yer alıyor. Ünlü Alman yönetmen Dorris Dörrie’nin Meksika’daki kadın mariachi’leri konu alan filmi “Şu Sevimli Boktan Hayat” da (This Lovely Shitty Life) aynı seçki içinde. 100 Yıllık Sessizlik bölümünde yer alan ve System of A Down’ın konser turunu izleyen bir başka müzik belgeseli “Haykıranlar” (Screamers) ise yapıldıktan 10 yıl sonra ilk kez Türkiye’de seyirciyle buluşacak.

Festivalin bu yılki onur konuğu Stefan Jarl’ın zengin filmografisinden  8 film ona ayrılan bölümde ilk kez Türkiye seyircisiyle buluşacak. İsveç sinemasının en önemli simaları arasında sayılan ve Ingmar Bergman’ın kendisinden övgüyle söz ettiği Jarl, filmlerinden yola çıkarak belgesel sinemaya bakışını anlatacağı ‘Karanlık Dehlizlere Işık Tutmak’ başlıklı bir Sinema Dersi verecek.
Festival Avusturya’dan bir başka usta belgeselci Nikolaus Geyrhalter’in, ilk gösterimi bu sene Berlinale’de yapılan “Yıllar Geçtikçe” (Over the Years) dahil üç önemli filmini de programına aldı; yönetmenin diğer iki belgeseli Çernobil’yi konu alan “Pripyat” ve endüstriyel beslenme kültürünü ele aldığı “Günlük Rızkımız” (Our Daily Bread).
Sansür ve belgesel ilişkisini de masaya yatıran festival, sansürle mücadele etmiş belgesellerden oluşan bir seçki sunuyor. Bu yıl ayrıca, Danimarka Ulusal Film Okulu  4 filmle ile Kosova’da düzenlenen DokuFest iste 5 filmlik bir Balkan Belgeselleri seçkisiyle DOCUMENTARIST’ın konuğu oluyor.

Türkiye’den seçilen 30’u aşkın belgesel festival programının en geniş kısmını oluştururken, bunlar içinde yönetmenin ilk ve ikinci filmi olanlar her zamanki gibi Johan van der Keuken yeni Yetenek Ödülü’ne aday olacak. Ödül jürisi bu sene Seren Yüce, Özgür Mumcu, Aslı-Özgen Tuncer, Reyan Tuvi ve Veton Nurkollari’ndan oluşuyor. DOCUMENTARIST’te geçen yıl ilk kez başlatılan FIPRESCI Eleştirmenler Ödülü de, Mısır’dan Arab Loutfi, Bulgaristan’dan Bojidar Manov ve Türkiye’den Çağdaş Günerbüyük’ün oluşturduğu jürinin belirleyeceği uluslararası bir filme verilecek.
8. İstanbul Belgesel Günler, 18 Haziran akşamı, Robert Flaherty’nin 1926 tarihli klasiği “Moana”nın kızı tarafından sesli hale gitirilerek geçen yıl dijital restorasyondan geçirilen “Sesli Moana” versiyonun gösterimi ile kapanışını yapacak.
Dünyanın her köşesinden 90’a yakın filmin gösterileceği DOCUMENTARIST 8. İstanbul Belgesel Günleri, her zamanki gibi ana sponsoru olmadan küçük desteklerin bir araya gelmesiyle gerçekleşiyor.

DOCUMENTARIST 8. İstanbu Belgesel Günleri’nin hayata geçmesinde, kitlesel fonlama kampanyasına bireysel destek verenlerin yanı sıra, Hollanda Başkonsolosluğu, Avusturya Kültür Ofisi, Açık Toplum Vakfı, Foundation for Arts Initiative Vakfı, SALT, Şişli Belediyesi, İsveç Konsolosluğu, Macar Kültür Merkezi, Çek Cumhuriyeti Konsolosluğu, Kosova Başkonsolosluğu, Romen Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü, Armada Hotel'in de dahil olduğu pek çok kurumun desteği söz konusu.

Bu sene Kadıköy yakasına da taşınan festivalin gösterim ve etkinlik mekânları ise  SES Tiyatrosu, SALT Beyoğlu, Aynalıgeçit Etkinlik Mekânı, Fransız Kültür Merkezi, Şişli Kent Kültür Merkezi, TAK Tasarım Atölyesi Kadıköy. 6 TL (tam) ve 4 TL’den (öğrenci) satılan festival biletleri, Türkiye’de yeni faaliyete geçen Kweekweek sitesinden temin edilebilir. Türkiye filmleri ise ücretsiz izlenebilir.

Geniş bilgi için: www.documentarist.org

Game of Thrones'un çekildiği lokasyonlar

$
0
0


Braavos: Sibenik, Hırvatistan

Dorne Sarayı: Real Alcazar Sarayı, Sevilla, İspanya

 Kuzey Westeros: Thingvellir, İzlanda


 Volantis Köprüsü: Cordoba, İspanya


 Pentos: Ouarzazate, Fas


 Winterfell: Doune Kalesi, İskoçya


 Meeren: Kliss Kalesi, Hırvatistan


 King's Landing yolu: Dark Hedges, Kuzey İrlanda

King's Landing: Dubrovnik, Hırvatistan





Yerli filmde yükseliş sürüyor

$
0
0
Türkiye İstatistik Kurumu'nun son yayınladığı 2014 yılı sinema ve tiyatro verilerine göre sinema salonu,seyircisi ve yerli film sayısında artış olduğu gözleniyor. TUİK'imn yayınladığı bültene göre rakamlar şöyle;

Sinema ve Tiyatro İstatistikleri, 2014

The Selfish Giant, Büyümek Zorunda Kalanlar

$
0
0
Bu filmi gecenin bir yarısı izlemeyin.Çünkü gecenin bir yarısı karnınıza koca bir yumruk yemiş gibi oluyorsunuz ve varolan uykunuz birden kaçabiliyor. Nerden mi biliyorum çünkü aynısı başıma geldi.Bazı filmler vardır ki insanı oldukça derinden etkiler.Öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmaya başlar insan izlediği filmleri.The Selfish giant da bu filmlerden biri.Clio Barnard'in yazıp, yönettiği 2013 yılı yapımı The Selfish Giant'da, Bradford'un varoşlarında yaşam mücadelesi veren işçi sınıfı ailelerin kıyıda köşede kalmış, yaşam mücadelesindeki küçük insanların izledikçe büyüyen hikayesine tanık oluyoruz. Oldukça basit bir hikaye(en azından filmin başları),basit oyunculuklar, gerilimi  ve hüznü alttan müzikle beslemeden bu kadar sarsıcı bir film kotarabilmek hele yönetmen Clio Barnard'ın ilk yönetmenlik denemesi olarak bakıldığında takdire şayan bir durum.Basit hikayeden kasıt öyle türlü hollywoodvari kurgu hileleri, girift karakterler,ilişkiler,uzun karmaşık diyaloglar vs olmadan tüm çıplaklığıyla ekrana yansıtılan insanlar ve hayatlarından bahsediyorum. Aslında basit değil de yalın demek daha doğru olur sanırsam. Hayata tutunmaya çalışmak. İnsanlık tarihi kadar eski, hiç eskimeyen, o kadar yalın bir o kadar da derin mevzu.

Okula ihtiyacı olmayan, zira hayatta kalmak için hiçbir bilgi vermeyen yozlaşmış eğitim sisteminin gereksizliğini en başta anlamış, yaşam kavgasında çalışıp para kazanmak zorunda olan insanların ortasındaki hikayemizin kahramanları Arbor ve Swifty ilk karşılarına çıkan fırsata yani hurdacılığa sarılıp kendi deyimleriyle yırtma peşindedirler. Tabi kısa yoldan çok para kazanma hayalini satan kapitalizmin sonucu olarak hiçbir donanımları ve sabırları olmayan ikilimiz çocuk başlarına kaldırabileceklerinden daha fazlasını sırtlarına yükleyip büyümek zorunda olduklarından belanın uçlarında gezmeye başlarlar.Sonrasını anlatmak istemem,kelimelere dökülemeyecek bir son ve boğazda koca bir yumru o kadar.

Arbor karakterine hayat veren Conner Chapman o kadar devleşiyor ki hikayenin gerçekçiliğine büyük katkı sağlıyor. Sanki anlatılan bir kurmaca değilmiş de bizzat Conner Chapman'in belgeselvari hayatını izliyormuşuz gibi. Aynı şekilde hafif saf Swifty'ye hayat veren Shaun Thomas da takdire şayan oyunculuk ortaya koyuyor. Filmin bir diğer esas karakteri de İngiltere varoşlarının gri, puslu, yağmurlu soğuk atmosferi. Güneşsiz puslu hava insanların umutsuzluklarını, çıkmazlarını çok güzel yansıtıyor.Çoğu yerde çocuk ikilimizden rol çaldığı kesin.Bu atmosfer aynı Ken Loach filmleri tadında. Hatta Loach'un ilk filmlerinden Kes(Kerkenez)'deki Billy'ye çok benzettim Arbor'u. Hem çelimsiz vücütları hem de büyümek zorunda kalışları çok benziyordu. Tabi Arbor'un hiperaktivite ve dikkat eksikliğinden müzdarip yapısı ve iyi-kötü dengesini kuramaması Billy ile ayrılan yönlerinden ama her ikisinin de sindirilmiş işçi sınıfının itilmiş cocukları olarak yaşama tutunma çabaları o kadar ortak ki. Dünyanın her yerinde acımasız kapitalist sistem çemberin dışında kalanları var gücüyle ezerken, imaj olarak dünyanın en uygar,en yaşanılası ülkesi olarak pazarlanan Britanya'da durum hiç de öyle değil. Hatta diğer ülkelere nazaran kapitalizmin en çetin sömürüsü bu tür ülkelerde yaşanıyor. Ken Loach ne güzel anlatır kıyıda kalmış ezilmiş işçi sınıfının hikayelerini. Geçtiğimiz yıllarda Torino film festivalinde kendisine verilecek onur ödülünü düzenleyici kurumun taşeron işçi çalıştırmasını protesto ederek almayı reddetmişti. Ne güzel insanlarsınız siz Ken Loach, Clio Barnard ve daha nice emekçi sinemacılar.

The Selfish Giant;  hazmı kolay olmayan, üstüne düşündüren nadir filmlerden biri. İzlememişseniz çok şey kaybettiğiniz kesin. Mutlaka izlenilesi. 9/10



Aslında tek bir foto

$
0
0
Aşağıda görülen fotoğraf aslında tek bir foto ve yapılışına dair video da altında. Beyin aslında oldukça kandırılabilir bir organ, zira sinemanın da güzelliği burada.




Modernitenin aç kalpleri

$
0
0


 İtalyan yönetmen Savario Constanza'nın son filmi Hungry Hearts(Aç Kalpler) geçtiğimiz yıl İstanbul film festivalinde aile bağları bölümünde gösterilmiş ve büyük beğeni kazanmıştı. Yakın zamanda başka sinema vasıtasıyla vizyon şansı bulan film; günümüzün neye inanacağını şaşırmış şehirli kesimini etkisi altına alan biyolojik ve organik arınma/vegan anlayışın paralelinde obsesif boyutta bebeğine de bu anlayışı uygulamaya çalışan Mina ve aşkıyla mantığı arasında sıkışmış Jude'ın hikayesine odaklanıyor.

New york'da İtalyan asıllı Mina ve şehrin yerlisi Jude arasında başlayan garip ilişkinin seyri düğün ve hamilelik aşamalarının hızlı ve sorunsuz ilermesinin ardından çocuklarının doğmasıyla beraber karakterlerin de derinleşmesiyle gerilimli bir hal alıyor. Kahramanlarımız arasındaki gerilimin asıl kırılma noktası ise Mina'nın rastgele falcıya gidip, falcının doğacak çocuğunun İndigo çocuk olarak doğacağını iddia etmesiyle hamileliğe ve bebeğine bakış açısı değişmeye ve mantık dışı eylemlere yönelmesine neden oluyor.Yeri gelmişken indigo çocuk teoreminden de bahsetmek gerek. ABD’li yazar Nancy Anne Tappe’nin 70’lerde ortaya attığı, dünyaya belli bir misyon için gönderilmiş, farklı özelliklere sahip ve dünyaya dair bazı şeyleri değiştirmesi beklenen bebeklerden bahseden, sosyal olduğu kadar kurgusal bir teorem. Mina da bu teoremden hareketle dış dünyayı tamamen bebeği için kirli kabul edip kendi kafasında kurduğu yetiştirme anlayışında modern dünyanın temsil ettiği tüm öğretilere karşı gelip farklı bir yol izliyor. Ama bu farklı yol, filmin en başında kurulan romantik komedi havası gittikçe grileşip yer yer siyaha kadar ilerleyen bir gerilimde ilerliyor. Filmin ilk sahnesi ikilinin kazara tanışma faslı son zamanlarda izlediğim en iyi açılış sekanslarından biri olabilir. Klostorofobik bir mekanda başlayan film ilerisi için de ikilinin yaşacaklarına dair metaforik de bir anlam içeriyor.

Filmden ayrı şu  son zamanlardaki organik arınma zımbırtısına da ayrı bir parantez açmak istiyorum. Binlerce yıllık insanlık tarihindeki hemen hemen her din-öğreti vs bütün anlayışlar aslında yeni şeyler söylemeyip var olan olguları günün koşullarına uydurup  ısıtıp insanların önüne koyar. Yakın zamanda şehirli hayatının vazgeçilmezi arasına giren zehirlerden arınma (Detox) bilinçli şekilde hayatlara sokulan zehirlerin sanki kendi isteğimizle sokulmamış gibi şimdi çıkartılıyor olması tipik burjuva ikiyüzlülüğünden başka bir şey değil maalesef. Doğada normal şartlarda bir kaç hafta büyüyüp olgunlaşan tavuğu sırf daha fazla ve daha ucuza tüketmek adına birkaç günde yapay maddelerle büyütülmesini talep eden sanki bizler değilmişiz gibi şimdi de bunu çıkartmaya çalışıyoruz. Site/apartman çocukları diye tabir edilen herşeyden izole yetiştirilmiş bir nesil şimdilerde anne baba olduklarından sanki hayat hep böyleymiş gibi kendini ve çocuklarını arınmaya kaptırmış durumda.  Günümüzün ekranlarının vazgeçilmezi saati 800 TL olan profesörden bozma medya cambazlarnın dediğinin aksine dedelerimiz ninelerimiz sabah akşam ekmek yiyerek  şuanki gençliğimizle yarışacak derece dinç bir hayat sürüyorlardı. Hayatınızdan stresi çıkarın diyip çıkaramayacağımızı bildiklerinden hiç olmazsa ekmeği çıkarın diyerek denge kurmaya çalışıyorlar. Böylelikle söylenenlerin hiçbir bilimsel dayanağı kalmıyor maalesef. Yine de her ne kadar bunları söylesek de, bu yeni çağın saçmalarından kaçmaya çalışsak da eleştirdiğimiz düzenin maalesef dişlisiyiz ve köye gidip yerleşme ütopyası dışında pek de çok kaçış yolu ürettiğimiz yok.
Filme dönecek olursak Jude'ın içinde bulunduğu durum tam da bu. Tüm bu modern saçmalıkları bir yandan destekleyip bir yandan da mantığı arasında sıkışmış gözüküyor. Hele bu arada kalmışlığın bir tarafı mantıksızlığını mantıkmış gibi sunan çok sevdiği eşi Mina, diğer tarafı bebeği olunca sürtüşmeler kaçınılmaz oluyor. Özellikle aşk ve mantık arasında kalışı ve bazı durumlara yeteri kadar etkisini koyamaması ya da olması gerekenden fazlasını koyması ikili arasındaki zaten ince iplikle tutturulmuş güven mekanizmasına oldukça zarar veriyor.
Film boyunca düşmeyen gerilimi sağlayan başarılı oyunculuklarıyla modern zamanın öğretilerini sorgulamaya iten güçlü senaryosuyla izlemeye değer bir film.

Kahrolsun Jediism

$
0
0

Diyanet işleri başkanlığının aylık yayınlanan dergisinin son sayısında Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Bilal Yorulmaz kaleme aldığı yazısında çatacak düşman kalmamış olacak ki bu sefer sinemaya savaş açmış. Efsane Star Wars filminde Jedi savaşçılarının dini Jediism'in günümüzde hristiyan toplumlarda taraftar bulup yayılmasını eleştirmiş. Şaka gibi ilk okuduğunda zaytung haberi zannettim. Bilimsel(!) makale bununla sınırlı değil Hababa sınıfına da çatmış. Hababam Sınıfı serisi yüzünden insanların Şaban ismini çocuklarına vermediğini belirtip müslümanlarca kutsal sayılan bir aya ait olan ismin itibarını kaybettiğini söylüyor. Halbuki atladığı bir durum vardı. Bahsettiği aydan bir önceki kutsal aya ait isme sahip olan kişi de şu an ülkenin şirazesini kaydırmış durumda ama demekki bilim adamımızın(!) ilgi alanına girmiyor bu durum. Dergide Türk sinemasına yönelik ise “Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren dindar karakterler yalancı, düzenbaz, şehvet düşkünü, vatan haini olarak sunulmuştur. Muhsin Ertuğrul’la başlayan bu olumsuz tutum, sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bu filmlerde dindarlar ve din adamları, köydeki ağanın yanında olan, onun halkı ezmesine yardım eden ya da ev sahibi olup kiracısına zulmeden insanlar olarak resmedilirken din, insanları kandırmak için kullanılan bir afyon olarak sunulmuştur” gerçeğini eleştiri yapayım derken çok güzel özetlemiş aslında.

Gerçekten şaka gibi bir ülke.





Bu bir banka soygunudur

$
0
0
Bu yılki Berlin film festivalinden gümüş ayı dahil 3 ödülle dönen Sebastian Schipper'ın yazıp yönettiği Victoria 140 dakikalık plan sekans şahe,,seri kesinlikle.Laia Costa'nın canlandırdığı Victoria Berlin'e yeni taşınmış kafede çalışarak geçimini sağlayan ülkesinde piyano eğitimi alan ama yeteri kadar iyi olmadığını düşünüp kendini  Berlin'de bulmuş daha doğrusu kendini arayan biri. Gece yarısı bara alınmayan dört Berlinli gençle beraber biz de ekibin bir parçası oluyor ve Berlin'in karanlık yönünü soluksuz bir macera ile tadıyoruz. Filmle ilgili en güzel tanımı filmin yönetmeni Schipper yapmış."Bu bir banka soygunu filmi değildir, bu bir banka soygunudur" Gerçekten de gecenin bir yarısı barda başlayan macera sabahın ilk ışıklarında son bulurken tek bir planda çekilmiş olması da bu savı güçlendiriyor.Gezegen, Boksör, Haylaz, Topuk ve Victoria ile biz de ekibin bir parçası oluyor ve gerilimi iliklerimizde hissediyoruz. Filmin en büyük artısı tek bir planda akıyor olması. Yönetmenlik açısında oldukça zor bir yöntem ama Schipper ve kameraman Sturla Brandth Grovlen bu zorluğun üstesinden geliyor ve yukarıda bahsettiğim gibi 140 dakikalık plan sekans şaheseri ortaya çıkmış oluyor.


Victoria karakterine can veren Laia Costa'ya ayrı bir parantez açmak gerek. Duru güzelliğin yanı sıra karakterine uyguladığı gerçekçi yan Victoria'nın sanki gerçekmişçesine ekrana yansımasını sağlıyor. Yönetmenin bahsettiği gerçek soygun illüzyonunu yaratan plan sekansın akıcılığına ek Laia Costa'nın da gerçekçi oyunculuğu basit bir o kadar da vurucu filmin en büyük iki artısı. Berlin'de ne için bulunduğunu çok da deşmeden sadece orda olmasını bilmemiz dört kafadarla beraber Berlin'de ne yapacaklarını da kestiremememizi sağlıyor böylelikle banka soygunu olacak ama nasıl olacak gerilimini çok iyi yaşatıyor.

Victoria yakın zamanda izlediğim en güzel filmlerden biri diyebilirim. Bunu yaparken de son derece yalın senaryo ve oyunculukla bunu başarması filmi bir tık daha öne taşıyor ve güzelliğine güzellik katıyor. Özellikle perdede izlenilmesini tavsiye ederim, öyleki milyon dolarlık büyük bütçeli blockbuster'ların üstün efekt teknolojisinin yapamadığı aksiyonu ve gerilimi yaratıyor.


Tipik bir Ozon filmi

$
0
0
 Francois Ozon genç kuşak yönetmenler içinde filmlerini en çok merak ettiğim yönetmenlerin başında geliyor. Filmografisindeki Dans la maison(Evde) en sevdiğim filmi olabilir. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yönetmeni(bence) Pasolini'nin Teorema'sına atıfta bulunarak çektiği Evde steril hayatlar yaşayan şehirli insanların çıkmazlarını çok güzel anlatıyordu. 
Böyle büyük bir yönetmen olunca çekeceği her filmden önce ister istemez takipçilerinde büyük bir beklenti doğuyor.Ozon'un son filmi Une nouvelle amie(yeni kız arkadaşım)'da da aynı etkiyi görmek mümkündü. Böyle bir beklenti algısı yaratmak her yönetmen yaratmak istediği bir ideal olsa da kimi zaman büyük bir dezavantaja dönüşebiliyor.Oluşan yüksek beklenti filmlerinin doğru analiz edilmemesine neden olabiliyor. Misal ülke sinemamızda Ozon ile farklı kulvarlarda olmalarına rağmen Cem yılmaz için de bu geçerli. Hiç de azımsanmayacak kalitede filmografisi bulunan Cem Yılmaz'ın her filmi öncesi piyasa içinse Gora, sanat(!) içinse Herşey çok güzel olacak ile kıyaslanmaması düşünülemez. Une nouvelle amie için maalesef bende de büyük bir Ozon beklentisi oluşmuş ve filmin sonunda bu beklentilerimin karşılanmadığı hissiyatına kapılmıştım. Ama zamanla filmi sindirip iyice anlamaya başlayınca, filme haksızlık ettiğimi ve belki bir Ozon başyapıtı olmasada bile filmografisinde üst sıralarında yer alması gereken bir yapım olduğunu düşünüyorum
Ozon'un diğer filmlerindeki gibi bu filmde de odak noktası 'steril şehirli burjuva hayatının kalemle çizilmiş karakterleri ve topluma dayatılmış aile-cinsiyet tanımları. Filmin konusu; çocukluk arkadaşı Claire ve Lea birbirleri için arkadaştan öte kardeş gibilerdir.Lea'nın zamansız ölümünden sonra Claire geride kalan David ve bebeğine destek olmak için elinden geleni yapmak istemektedir. Tabi elinden geleni yapma durumu David'in içinde bulunduğu travma/arayış yüzünden gittikçe garip bir hal alır ve Claire dayatılan normların önyargısı ile arkadaşına duyduğu sevgi arasında kalır. David'in cinsiyet arayışında Victoria'ya dönüşümünde en büyük desteği verir, bir nevi Lea'nın boşluğunu doldurmaya çalışır aslında. Bu arayış Claire'ı da içine alıp her iki cins için cinsiyet tanımlarının tekrardan gözden geçirilmesine neden olur.

Filmin oyuncularından Romain Duris hakkında bir şey yazmaya gerek yok sanırım. Şu an bağımsız sinema camiasının en büyük oyuncularından biri. Bu filmdeki gibi cesur karakterlerin altından çok kolay kalkabilmesi ve her daim oyunculuk metodunu geliştiriyor olması onu diğerlerinden ayıran en büyük özelliği. David/Victoria ikilemini taklit tuzağına düşmeden kimlik arayışındaki birinin bocalamalarını da performansına yansıtması filmin temelini sağlamlaştırıyor. Toplumsal normlarının sorgulayıcısı konumundaki Claire'in arada kalmışlığı ama yine de sorgulayıcı soruları sormaktaki isteği de tam da Ozon'un istediği şekilde seyirciyi düşünmeye ittiği kesin.
Filmin bir diğer karakteri Anaïs Demoustier ise bence çok isabetli bir seçim olmuş. Cinsiyet kalıplarını yıkarken Demoustier seçimi de aslında bir nevi güzellik kalıbını yıkmış. Güzellik endüstrisinin bizlere empoze ettiği kadın imajına hiç uymayan yapısı gerçeklik anlamında filme büyük katkı sağlıyor. Kısacası bir insana çil bu kadar mı yakışır dedirtiyor kesinlikle.misal bknz
Une nouvelle amie aile-toplum-cinsiyet kavramları üzerinden sınıf eleştirisi yaparken sağlam alt metninden güç alarak kendini izlettiriyor. Bu zorlu alt metin yer yer senaryo anlamında tıkanıklığa yol açsada yine de güçlü oyunculuklar sayesinde akış problemini hissettirmiyor.Sonuçta yukarıda da dedim bir Francois Ozon başyapıtı olmasa bile adının hakkını veren tipik bir Ozon filmi olarak düşünebiliriz.

Yurt dışına açılan(!) yeşilçam

Kalanlar Ölenler İçin Şiir Yazarlar

$
0
0
Sivas Katliamı’nın tek yabancı kurbanı olan ve Madımak Oteli’ne kadar varan yolculuğunun hikayesi pek bilinmeyen Hollandalı Carina Cuanna’nın tuttuğu günlüklere bağlı kalınarak anlatılan ‘MADIMAK Carina’nın Günlüğü’  adlı uzun metraj film vizyon için gün sayıyor.  Carina Cuanna, 1993 yılında ‘Türk kadınının aile içi rolü ve çevre ile ilişkileri’ üzerine olan bitirme tezi için Hollanda’dan Türkiye’ye gelmiş ve 2 Temmuz’da Madımak Oteli’nde yanarak can vermişti.
Ulaş Bahadır’ın yazıp yönettiği, geçtiğimiz Ağustos ayında çekimlerine başlanan ‘MADIMAK Carina’nın Günlüğü’nün oyuncu kadrosunda şu isimler yer alıyor: Carina’nın Alman oyuncu Denise Ankel tarafından canlandırıldığı filmde, şair Metin Altıok rolünde Altan Erkekli, Behçet Aysan rolünde Mustafa Alabora, Hasret Gültekin rolünde ise Umut Kurt var. Dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin’i ise Erdal Tosun canlandırıyor. Filmde ayrıca Füsun Demirel, Rıza Akın, Meray Ülgen, Bahar Selvi, Selin Yiğit, Ulaş Bahadır, Perihan Ünlücan, Özge Ertem Artvinli, Serkan Genç ve Koray Tarhan da rol alıyor.

MADIMAK CARİNA’NIN GÜNLÜĞÜ
Hikaye: Carina Cuanna, Hollanda vatandaşı, Antropoloji bölümü öğrencisi 22 yaşında genç bir kadındır. ‘’Türk Kadını’nın Toplumdaki Yeri’’ konulu bir tez hazırlamak üzere Haziran 1993'de Türkiye’ye gelir. Arkadaşı Maryze de Hollanda’da yaşayan Türk kadınları üzerine araştırma yapacak, beş ay sonra ellerindeki verileri karşılaştırarak tezi hazırlamış olacaklardı. Yabancılar şube Türkiye görevlisi Rahmi Bey ile tanışıp, konuyu anlatırlar. Ailesi ile görüşen Rahmi Bey Carina’yı Ankara’ya ailesinin yanına yönlendirir. Daha önce ailenin de Hollanda’da yaşaması sebebiyle hemen uyum sağlayarak güzel vakit geçirmeye başlarlar. Bir kaç gün sonra ailenin yeğenleri Yasemin ve Asuman kardeşlerle tanışır. O günlerde iki kardeş yaklaşık on gün sonra Sivas’ta yapılacak 4.Pir Sultan Abdal Etkinlikleri için hazırlık yapmaktadır. Carina, Yasemin ve Asuman’ın çalışmalarını merak ederek zamanının büyük bölümünü onlarla geçirir. Notlar alır insanlarla görüşmeler yapmaya başlar, her şey istediği gibi gitmektedir. Beklenen gün geldiğinde Carina arkadaşları ile birlikte Sivas’a gider. 1 Temmuz günü Sivas’a ulaşırlar, Carina fotoğraflar çeker, etkinliğe katılan insanlarla tanışır. Ertesi gün şehirde gergin bir hava oluşur. Bir grup kökten dinci Aziz Nesin’in etkinliğe katılmasını bahane ederek ayaklanma başlatır.Önce festival alanına, sonra valiliğe oradan da etkinlik için gelenlerin konakladığı Madımak Oteli’ne yürürler. Saatlerce süren gerilimin ardından  giderek artan kalabalık  oteli ateşe verir. Uzun süre devam eden  can pazarında ülkenin okuyanı, yazanı, gazetecisi, sanatçısı, aydınları ve tek suçu Türkiye’yi sevmek olan Hollanda’lı misafir Carina Cuanna yanarak yaşamını yitirir.

KÜNYE
Yazan-Yöneten: Ulaş BAHADIR
Oyuncular: Denise Ankel, Füsun Demirel, Rıza Akın, Umut Kurt, Erdal Tosun, Altan Erkekli,Mustafa Alabora, Meray Ülgen, Ulaş Bahadır, Bahar Selvi, Selin Yiğit Perihan Ünlücan, Özge Ertem Artvinli, Serkan Genç, Koray Tarhan...
Yapım: Gökkuşağı Film 
Dağıtım: Pinema
Vizyon Tarihi: 25 Eylül 2015    
    
YÖNETMEN GÖRÜŞÜ
MADIMAK Carina’nın Günlüğü, sosyal sorumluluk projesi olarak kaleme aldığım bir senaryodur.  Her yıl 2 Temmuz’da hepimizin katliam sonrasındaki sürecine şahitlik ettiğimiz, bitmek bilmeyen bir beklentinin ürünüdür. Dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizin geleceğini tayin edecek olan, aydınlarımızın, yazarlarımızın, sanatçılarımızın ülkeyi emanet etmekle övündüğümüz çocukların gözleri önünde saatlerce bir otele hapsedilmesine ve yakılarak öldürülmesine bir sitemdir. Dünyanın pek çok yerinde katliamlar, ölümler yaşandı. Ne yazık ki hala yaşanmakta, gel gelelim ki ‘’Madımak’’ katliamının Yahudi soykırımından sonra dünya üzerinde bir benzeri daha yoktur. Projenin senaristi ve yönetmeni olarak hedeflediğim en büyük şey insanların bu filmle vicdanlarını, duygularını, durduğu yeri tekrar sorgulamalarıdır. Bu yüzden filmi Carina Cuanna’nın gözünden anlatmayı daha doğru buldum. Çünkü Carina ülkemizde geçirdiği hayatının son 10 gününde bize dair çok net, çok güzel tespitlerde bulunmuş, kısa zaman içinde misafiri olduğu aileye bir evlat, tanıştığı akranlarına iyi bir dost olabilmiştir. Bu film aracılığı ile insanlara bir kez daha ‘’neden?’’ sorusunu sormak umudundayım.

Fragmanı izlemek ve indirmek için;
https://www.youtube.com/watch?v=mdR0C3cirS8

Filme ait sosyal medya hesapları;
www.sivas93.com
facebook.com/madimakfilm
twitter.com/MadimakFilm
instagram.com/MadimakFilm




Altın Koza'lar sessiz sedasız dağıtıldı

$
0
0
Son dönemlerde artan terör olayları nedeniyle 22. Altın Koza Film Festivali'nde hiçbir özel etkinlik yapılmazken, açılış ve kapanış törenleri de iptal edilmişti.
Sonuçlar bugün sabah Adana Divan Oteli’nde düzenlenen sade bir basın toplantısıyla duyuruldu. 

Altın Koza'da ödül listesi şöyle: 

  • En İyi Film: Abluka
  • Yılmaz Güney Ödülü: Kar Korsanları
  • En İyi Yönetmen: Tolga Karaçelik (Sarmaşık)
  • En İyi Kadın Oyuncu: Nihal Koldaş (Ana Yurdu)
  • En İyi Erkek Oyuncu: Nadir Sarıbacak (Sarmaşık)
  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Hülya Böceklioğlu (Yarım)
  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Özgür Emre Yıldırım (Eksik)
  • Umut Veren Kadın Oyuncu: Ece Yüksel (Nefesim Kesilene Kadar)
  • Umut Veren Erkek Oyuncu: Berkay Ateş (Abluka)
  • Jüri Özel Ödülü: Ece Atay (Yarım)
  • En İyi Senaryo: Senem Tüzen (Ana Yurdu)
  • En İyi Görüntü Yönetimi: Vedat Özdemir (Ana Yurdu) ve Türksoy Gölebeyi (Kar Korsanları)
  • En İyi Sanat Yönetimi: İsmail Durmaz (Abluka)
  • En İyi Müzik: Demircan Demir (Kasap Havası)
  • SİYAD En İyi Film: Ana Yurdu
  • FİLMYÖN En İyi Yönetmen: Senem Tüzen (Ana Yurdu)
  • Halk Jürisi Ödülü: Abluka

67. Emmy ödülleri sahiplerini buldu

$
0
0
 Komedi dalında:
  • En İyi Dizisi: Veep
  • En İyi Yönetmen: Jill Soloway (Transparent)
  • En İyi Senaryo: Simon Blackwell, Armando Lannucci ve Tony Roche (Veep)
  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Allison Janney (Mom)
  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Tony Hale (Veep)
  • En İyi Kadın Oyuncu: Julia Louis-Dreyfus (Veep)
  • En İyi Erkek Oyuncu: Jeffrey Tambor (Transparent)
  • En İyi Kadın Konuk Oyuncu: Joan Cusack (Shameless)
  • En İyi Erkek Konuk Oyuncu: Bradley Whitford (Transparent) 
Drama dalında:
  • En İyi Dizi: Game of Thrones
  • En İyi Kadın Oyuncu: Viola Davis (How To Get Away with Murder)
  • En İyi Erkek Oyuncu: Jon Hamm (Mad Men)
  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Uzo Aduba (Orange Is The New Black)
  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Peter Dinklage (Game Of Thrones)
  • En İyi Kadın Konuk Oyuncu: Margo Martindale (The Americans)
  • En İyi Erkek Konuk Oyuncu: Reg E. Cathey (House of Cards)
  • En İyi Yönetmen: David Nutter (Game of Thrones)
  • En İyi Senaryo: David Benioff ve D.B. Weiss (Game of Thrones)
TV Filmi veya Mini Dizi dalında:
  • En İyi Televizyon Filmi: Bessie
  • En İyi Kadın Oyuncu: Frances McDormand (Olive Kitteridge)
  • En İyi Erkek Oyuncu: Richard Jenkins (Olive Kitteridge)
  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Regina King (American Crime)
  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Bill Murray (Olive Kitteridge)
  • En İyi Yönetmen: Lisa Cholodenko (Olive Kitteridge)
  • En İyi Senaryo: Jane Anderson (Olive Kitteridge)
  • En İyi Mini Dizi: Olive Kitteridge
  • En İyi Talk Şov Serisi Yazarlığı: "The Daily Show With Jon Stewart"
  • En İyi Talk Şov: "The Daily Show With Jon Stewart"
  • En İyi Yarışma Programı: "The Voice"

Eskiden Kuş Adamdım ben

$
0
0


Son akademi ödüllerinde en iyi film,en iyi yönetmen gibi major dallardan ödülle dönen 21 Gram, Babel, Biutiful gibi filmlerin yönetmeni Alejandro İnarritu'nun son şaheseri  Birdman,cahilliğin umulmayan erdemi'nde İnarritu  kamerasını sanat dünyasına çeviriyor ve geçmişte blockbuster filmlerin aranan oyuncusu Riggan'ın sanatsal varoluş kavgasına tanıklık ediyoruz.Broadway'de Raymond Carver'ın trajik ve melodramatik "what we talk about when we talk about love" oyununusahneye koyma çabasınından hareketle geçmişiyle ve sanat-şöhret kavramı arasında bocalamasını izliyoruz.


Bu yılki akademi ödüllerinde en iyi film ödülü almasını sağlayan iki önemli özelliği yönetim tekniği ve alt metni kesinlikle. Öncelikle alt metninden bahsetmek gerekirse, sinema dünyasına getirdiği keskin eleştiriyi göz ardı etmemek lazım. Bazı yorumlarda bu durumun kör göze parmak sokarcasına anlatıldığı söylense de bence asıl baskın olan sanatçının yaratım ve sanatsal varoluş kavgası, sinema endüstrisinin tüketicilerinden hareketle sanatı ve sanatçıyı şekillendirme kavgası bence daha arka planda işleniyor.

Seyirciler aksiyon sever neden felsefik takılasın mihvalindeki sahnesi filmi özetliyordu adeta. Bahsedilen bu sahne aslında filmin adındaki ikilimi de çok güzel yansıtıyor. Ya Birdman olup seyircinin dolayısıyla sektörün sevdiği bir tüketim ürünü olacaksın ya da Cahilliğin umulmayan erdemi için az kişinin gerçek değerini anlayacağı yani kısacası sanatı sanat için yapacaksın. Sanat sanat için mi; sanat şan, şöhret ve para için mi? Hem Riggan'ın kendi çıkmazlarıydı bunlar hem de Hollywood sektörünün dünyaya empoze etmeye çalıştığı çıkmazlardı.


Bizim sularımızdan buna en yakın film Yavuz Turgul'un Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni ve Haşmet Asilkan örneği aklıma geliyor. Birdman ve Riggan'ın hikayesiyle Haşmet Asilkan'ın sanat için varolma kaygısı oldukça yakın.Haşmet Asilkan da unutulmaya yüz tutmuş bir yönetmen olarak sanatını yaşatmak için elinden geldiğinde çabalıyordu.
Filmin bir güzel yönü de Batman'e yaptığı göndermelerdi bence. Michael Keaton'un kendi kariyerindeki Batman rolünden sonra bir türlü dikişi tutturamayışını filmde Birdman 3'ü çektiğini söylediği 1992 yılıyla Batman'de Keaton'un son kez  hayat verişinin aynı olması paralellik fikrini güçlendiyor. Hele şöhret ve sanat anlayışı algısını anlattığı George Clooney  ile ilgili uçak anısında da Clooney rastgele seçilmiş bir ünlü olamazdı. Zira kendinden sonra çekilen Batman'de Bruce Wayne'i George Clooney'den başkası değildi.

Michael keaton bence bu film için en olması gereken kişiydi. Geçmişindeki batman macerasında sonra belki de bir nevi Michael keaton’un varoluş kavgasıydı.Wrestler’da Mickey Rourke’un da bunun gibi kendi kariyerini anlatıyormuş hissiyatı vardı. Yine aynı sahnede Farah Fawcett ve Michael Jackson göndermesi ise mükemmeldi. Tam da Riggan’ın içinde bulunduğu haleti ruhiyeti özetleyen bir durumdu.

Birdman’i değerli kılan diğer önemli özelliği ise üstün yönetim tekniği. Yine internetteki çoğu yorumda tersi söylense de plan sekans çekim tekniği ile kotarılan film bu sayede başka bir boyuta taşınmış. St. Matthews tiyatrosunun dar koridorlarının hareketle Riggan ve diğer sanatı kadrosunun kendi içinde hapsolduğu klostrofobik  duruş birbirini besleyen iki damardı.
Riggan ve yanındaki insanların geçmişlerine çok da vakıf olamayışımız aslında onların hikayelerine iki saatlik dahil olmamız anlamına geliyordu ve sahneler hiç kesilmeden tek bir gözden olaylara tanık oluyorduk

Filmle ilgili küçük bir parantez açmakta fayda var. Arka plandaki davul sesi o kadar güzel yakışmış ki filme her an birşeyler kopacakmış gerilimini çok güzel yansıtmış.
Bütün bu bahsettiklerimden aynı filmdeki bir ayrıntı beni oldukça mutlu etti. Bilmem farkeden ya da hisseden oldu mu ama tiyatrodan tek bir kapıyla sokağa çıkılması sanki yıllardır kayıp olan kardeşimi buldurmuş gibi sevindirdi. Hele hele bu filmi izlemek için bir pazar günü gittiğim alışveriş merkezinde kavimler göçü kıvamında akın eden tüketiciler (bakın insanlar veya sinema severler demiyorum) arasında bunalıp bunları hissettirmesi kuvvetle muhtemel. İnsan sinemadan veya tiyatrodan sonra sokağa çıkmalı,çok net.

Sonuç olarak Boyhood gibi Grand Budapest Hotel gibi rakipleri arasından sıyrılıp ipi göğüsleyen Birdman adındaki ilüzyona aldanılmadan dramatik yönü ağır bir varoluş kavgası filmi. Eğer bolca görsel efekt görürüz diye gideceksiniz hiç boşuna gitmeyin böyle bir kafadaysanız sizin için iki saatlik bir kayıp olacaktır. Diğer taraftan sanat ve yaratım kavramları üstüne kafa yormayı seviyorsanız tam da sektörün kalbinden derin bir eleştiri getiren Birdan şiddetle tavsiye olunur.


Viewing all 348 articles
Browse latest View live